YEDİVEREN YEDİLER
Zamane vurdu beni aldı yere çaldı beni
Yer aldı filize durdurdu beni
Gökte ay hilal
Yedi yıldız kayar
Gökkuşağı olur iner yeryüzüne
Dolanır hepimize doğar denize
Bulut olur yağar üzerimize
Yaşam suyu olur hepimize
Sabır taşı olduk çatlamadık
Yaşama seviye doymadık
Donmayasın acında boğulmayasın gözyaşında
Yaşayacağız insanoğlu var oldukça
Güzellikler yok edilemez sonsuzca
Yaşarız iyi kötü masalda
Bir varmış bir yokmuş Ana Tanrıça Kibele kaybolmuş günün birinde. O günden sonra zormuş yaşamak çoluk çocuk içinde, analar babalar içinde. Koruyucusuz kalmışlar, açıkta kalmışlar, iyileşmemiş yaraları. İşte bu masal Frig Ülkesi’nde Kibele’yi arar.
Çocukları korumak gerek, yaraları sarmak gerek bize bir ana tanrıça gerek. Kibele nerdesin? Elma desem de çık, armut desem de çık. Bekleriz seni dört gözle çoluk çocuk. Elma desem de çık, armut desem de çık.
Bir varmış bir yokmuş memleketin birisi adını deyiverelim “Bol Ülkesi.” Acısı da çokmuş sevinci de. Bol Ülkesi’nde yaşarmış Yediveren Kardeşler. Oyunda okulda bir aradalarmış. Güle oynaya vakit geçirir, gözleri iyilik görür yürekleri iyilik için çarparmış. Herkesle dost herkesle arkadaşlarmış. Ülkenin bir gecede kardeş olunan günleriymiş. Güneşin altında ne var ne yoksa olduğu gibi görünürmüş. Neşesi, eğlencesi bolmuş. Karanlık bir köşede sığıntı gibi kalmış. Sahtekarlar, rüşvetçiler ağzını bile açamazmış. Zalimler utançlarından kıpkırmızı kesilir gün ışığında sokağa çıkamazlarmış. Kitap okumak, çalışarak para kazanmak, buğday ekmek, ağaç dikmek, ot biçmek, hayvan yetiştirmek, iyi insan olmak geçer akçeymiş. Karanlık bakmış ki yitirecek gücünü anlamış kalmadı ömrü, ilkin apansız Yediveren Kardeşler’in evine girmiş. Bir gecede kan kardeş olmuş yedi delikanlı. Kan kardeşi oldukları gece kırklara karışmışlar. Kimse görmemiş onları bir daha. Ne bir haber alan olmuş ne de izlerini süren. O geceden sonra adları Yediveren Kardeşler olarak anılmış. Yediveren Kardeşler’in ağıtları dillerde acıları yüreklerde dolanmış durmuş.
Gökkuşağı olur iner yeryüzüne
Dolanır hepimize doğar denize
Bulut olur yağar üzerimize
Yaşam suyu olur hepimize
Sabır taşı olduk çatlamadık
Yaşama seviye doymadık
Donmayasın acında boğulmayasın gözyaşında
Yaşayacağız insanoğlu var oldukça
Güzellikler yok edilemez sonsuzca
Yaşarız iyi kötü masalda
Bir varmış bir yokmuş Ana Tanrıça Kibele kaybolmuş günün birinde. O günden sonra zormuş yaşamak çoluk çocuk içinde, analar babalar içinde. Koruyucusuz kalmışlar, açıkta kalmışlar, iyileşmemiş yaraları. İşte bu masal Frig Ülkesi’nde Kibele’yi arar.
Çocukları korumak gerek, yaraları sarmak gerek bize bir ana tanrıça gerek. Kibele nerdesin? Elma desem de çık, armut desem de çık. Bekleriz seni dört gözle çoluk çocuk. Elma desem de çık, armut desem de çık.
Bir varmış bir yokmuş memleketin birisi adını deyiverelim “Bol Ülkesi.” Acısı da çokmuş sevinci de. Bol Ülkesi’nde yaşarmış Yediveren Kardeşler. Oyunda okulda bir aradalarmış. Güle oynaya vakit geçirir, gözleri iyilik görür yürekleri iyilik için çarparmış. Herkesle dost herkesle arkadaşlarmış. Ülkenin bir gecede kardeş olunan günleriymiş. Güneşin altında ne var ne yoksa olduğu gibi görünürmüş. Neşesi, eğlencesi bolmuş. Karanlık bir köşede sığıntı gibi kalmış. Sahtekarlar, rüşvetçiler ağzını bile açamazmış. Zalimler utançlarından kıpkırmızı kesilir gün ışığında sokağa çıkamazlarmış. Kitap okumak, çalışarak para kazanmak, buğday ekmek, ağaç dikmek, ot biçmek, hayvan yetiştirmek, iyi insan olmak geçer akçeymiş. Karanlık bakmış ki yitirecek gücünü anlamış kalmadı ömrü, ilkin apansız Yediveren Kardeşler’in evine girmiş. Bir gecede kan kardeş olmuş yedi delikanlı. Kan kardeşi oldukları gece kırklara karışmışlar. Kimse görmemiş onları bir daha. Ne bir haber alan olmuş ne de izlerini süren. O geceden sonra adları Yediveren Kardeşler olarak anılmış. Yediveren Kardeşler’in ağıtları dillerde acıları yüreklerde dolanmış durmuş.
Gök ağlamış yağmura doymamış, yer yedi kat yerin dibini bulmuş da teselli bulmamış. Yediverenler’in acısı toprağın üstünde kalmış ne yere ne göğe sığmamış. Yediveren’e uzanan eller yaşasa da huzur bulmamış ölsede onmamış. Analar oğullarına kızlarına doymamış. İşte böyle bir günde gelmiş karanlık, Bol Ülkesi’ne. Bir bulut olmuş karanlık zifirden kara çökmüş ülkenin üstüne kalkmamış bir daha. Yediverenler kırklara karıştıktan sonra Yediverenler’in kardeşleri dağılmışlar ülkenin dört bir yanına. Onlar dağıladursun memleketin dört bir yanına, gel gör bakalım neler gelir sağ olan başa.
Kardeşlerden birisi en yükseğe çıkmış bulutlara saklanmış. “Bulamazlar beni bu kadar yüksekte” demiş. Güvenle yere inebilecekmiş ipleri kesilmeseymiş.
Bir diğeri kardeşlerin gözü kara besbelli tırmanmış dağların doruğuna, sığınmış bir pınarın başına. Su olup akasıymış alabalıkları yüzdüresiymiş, börtü böceği nice çiçeği sulaya- saymış, kesilmeseymiş şah damarı.
Kardeşlerden birisi en yükseğe çıkmış bulutlara saklanmış. “Bulamazlar beni bu kadar yüksekte” demiş. Güvenle yere inebilecekmiş ipleri kesilmeseymiş.
Bir diğeri kardeşlerin gözü kara besbelli tırmanmış dağların doruğuna, sığınmış bir pınarın başına. Su olup akasıymış alabalıkları yüzdüresiymiş, börtü böceği nice çiçeği sulaya- saymış, kesilmeseymiş şah damarı.
Kardeşlerin en küçüğü nefesi kuvvetlisi billur seslisi. Çıkmış en yüce dağın doruğuna da yetişememiş kimse hızına. Yeryüzünün en güzel türkülerini söyleyecekmiş Bol Ülkesi’ne gökten iz sürüp pusuya düşürülmeseymiş eğer.
İpleri kesilen kardeş güvercin olmuş uçuvermiş, güzel haberler taşımış. Nehir olmuş bir diğeri, toprağın can suyu. Dağlarda bir bebek bulunmuş güzel mi güzel. Çobanlar keçi sütüyle beslemişler. Büyümüş yağız bir delikanlı olmuş, bir kaval çalarmış, bir türkü söylermiş ki! Sesi tüm ülkeden işitilirmiş. Yer yerinden oynarmış gönüllere şenlik. Herkes işini gücünü bırakıp onu dinlermiş.
Karanlık izini sürmüş Yediverenler’in kardeşlerinin. Tek tek bulmuş hepsini. Yer yer olalı, gök gök olalı görmemiş böylesini. Kırklar kırklara karışmış kırılmış yeryüzü. Yediverenler kendini verenler yürek dayanmaz acılarına, kırklar aşkına. Köz düşmüş geride kalanların yüreklerine sönmemiş bir daha, yanar ha yanar dururmuş o günden bu yana. Yediverenler’i ne yedi kat yerin dibi ne yedi kat göğün üstü kabul etmiş. “Acısına biz bile dayanamayız, yer gök olur yarım yarım yarılırız da son bulur yaşam yeryüzünde. Dayansa dayansa bu acıya ancak insanoğlu dayanır.” demişler çekilmişler kenara sessizce, sabır taşı bile çatlamış yaşananları öğrenince.
Böylece Yediveren Kardeşler’in acıları toprak üstünde kalmış. O günden sonra beti bereketi kalmamış memleketin, yaşamak gün günden ağır gelmiş halkı için. Ekinler kurumuş, meyve ağaçları dökmüş meyvelerini, çiçekler desen boynun bükmüş. Tavuklar kesmiş yumurtayı. Süt vermemiş inekler. Ekilip biçilenler etmemiş para, beslenenler desen boğaz tokluğuna.
İpleri kesilen kardeş güvercin olmuş uçuvermiş, güzel haberler taşımış. Nehir olmuş bir diğeri, toprağın can suyu. Dağlarda bir bebek bulunmuş güzel mi güzel. Çobanlar keçi sütüyle beslemişler. Büyümüş yağız bir delikanlı olmuş, bir kaval çalarmış, bir türkü söylermiş ki! Sesi tüm ülkeden işitilirmiş. Yer yerinden oynarmış gönüllere şenlik. Herkes işini gücünü bırakıp onu dinlermiş.
Karanlık izini sürmüş Yediverenler’in kardeşlerinin. Tek tek bulmuş hepsini. Yer yer olalı, gök gök olalı görmemiş böylesini. Kırklar kırklara karışmış kırılmış yeryüzü. Yediverenler kendini verenler yürek dayanmaz acılarına, kırklar aşkına. Köz düşmüş geride kalanların yüreklerine sönmemiş bir daha, yanar ha yanar dururmuş o günden bu yana. Yediverenler’i ne yedi kat yerin dibi ne yedi kat göğün üstü kabul etmiş. “Acısına biz bile dayanamayız, yer gök olur yarım yarım yarılırız da son bulur yaşam yeryüzünde. Dayansa dayansa bu acıya ancak insanoğlu dayanır.” demişler çekilmişler kenara sessizce, sabır taşı bile çatlamış yaşananları öğrenince.
Böylece Yediveren Kardeşler’in acıları toprak üstünde kalmış. O günden sonra beti bereketi kalmamış memleketin, yaşamak gün günden ağır gelmiş halkı için. Ekinler kurumuş, meyve ağaçları dökmüş meyvelerini, çiçekler desen boynun bükmüş. Tavuklar kesmiş yumurtayı. Süt vermemiş inekler. Ekilip biçilenler etmemiş para, beslenenler desen boğaz tokluğuna.
Gelen günlerde analar babalar işe koşulmuşlar sabahın karanlığından gecenin karanlığına üç beş kuruşa. Memleket halkı danışmış durumu bilgelere. Bilgeler kadınlı erkekli karışmış yerdeki gökteki ölülere dirilere. Kırk gün, kırk gece geçmiş böylece. En son bulmuşlar bir yol belki çare olur diye. Söylemiş bilgelerin başı “Hepimizin gönenci güvencesi geri getirmektir Ana Tanrıça Kibele’yi. Budur yoksunluğumuzun yoksulluğumuzun çaresi. O gittiğinden tersinedir işlerimiz hayretmez gidişimiz. Bilinmez nedir ne olacak geleceğimiz. Telef olmuştur gençlerimiz. Kibele’dir hepimize hepimizin kurtuluş yolunu gösterecek olan.” demiş. Hep birlikte ana tanrıçanın izini sürmeye başlamışlar. Dört koldan yayılmışlar memlekete. Onlar araya dursunlar Kibele’yi, günü gecesi ne haldeymiş Bol Ülkesi’nin bir bakalım hele.
Yer gök kabul etmeyince Yediverenler’i. Analar babalar Dirilten Ormanı’na götürmüşler Yediverenler’i “Konuksunuz Dirilten Ormanı’nda, Kibele’yi bulunca o özgürleştirir hepimizi” demişler yola koyulmuşlar. Yediverenler’in kız kardeşleri birer birer ormanda bir kulübede, gece gündüz nöbet tutmuşlar. Ama şarkı söylemişler, ama nakış işlemişler; kah okumuş kah yazmışlar. Kadere kahır etmemişler. Kardeşlerini sabırla beklemişler.
Mevsimler yazdan bahara dönmüş durmuş. Ne yerde ne gökte; ne yerin yedi kat dibinde ne yedi kat göğün üstünde bulmuşlar Kibele’yi. Kırk ay, kırk güneş doğmuş, gece gece kırk ay doğmuş. Kırk gün, kırk ay, kırk yıl geçmiş yıl yılmış, ama yılmamış yer bilgeleri gök bilgeleri arayıp durmuşlar her yeri. “Yediverenler kaldıkça Dirilten Ormanı’nda ne yer görür bereketi, ne gök bulur güneşli günleri. Hepimiz bulmak zorundayız Kibele’yi” demişler ama bulamamışlar. Toplanmışlar en son Kaz Dağları’nda. Sarıkız Tepesi’nde bir yaşlı karı koca çoban yaşarmış. Keçileri onları izler, kazları suda yüzer, sabahları horoz sesleri ile uyanırlarmış. Keçi sütü içer, keçi peyniri yapar, kekik çayından vazgeçmezlermiş. Helvaları deseniz görülmezmiş çam fıstığından. “Pilavımız keşkek otur soframıza bölüşek” der, Kaz Dağı’na yolu düşen herkesi misafir kabul ederlermiş. Kırk yıl sonra bir araya gelen bilgeleri görünce sevinmişler gönüllerince. Sormuşlar hatırlarını, konuk etmişler. Dayanamamışlar duydukları “Ah, of, vah seslerine” sormuşlar nazikçe. “Bilgeler bilgiler sizde, nedir bu ah, of, vah, bize düşmez ama en azından öğreniriz nedir sizi üzen, canınızı sıkan?” Bilgelerin en yaşlısı almış sözü anlatmış kırk yıldır Kibele’yi aradıklarını, bulamadıklarını. Yediverenler’i Dirilten Ormanı’ndan çıkarıp topraklarına kavuşturamadıklarını. Çok ama çok çaresiz kaldıklarını. Bir bir anlatmışlar iç çekerek ahlayıp ohlayarak. O anlatırken diğer bilgelerde “Vah vah vah ki vah, ah ah ah ki ah” diye acınırlarmış hep birlikte. Yaşlı karı koca bilgeleri dinleyince hem üzülmüş hem de sevinmiş, yüzleri ışılamış . “Ey bilgeler bilir misiniz, kırk yıl önce yıldırım hızı ile öfkeyle bir kadın geçip gitmişti önümüzden, söyleniyordu kendi kendisine hepten. Hatırladığımız kadarı ile çok kızgındı insanoğluna, yediler yediler bitiremediler birbirlerini, kırdı- lar Yediverenler’i! Kıtlık, yokluk, zorluk bükecek bellerini. Bozdular birliklerini, kaybettiler dirliklerini. Öğrenemediler HEPİMİZ demeyi” diyerek söyleniyordu. Yetiştikte zor sakinleştirdik. Bir gece konuğumuz oldu. Aşımızı ekmeğimizi paylaştık. Yattı keçi yününden yatağımızda. İyi dileklerini, şükran duygularını esirgemedi bizden. Sabah uyandığımızda yatağını toplanmış, yorganını katlanmış bulduk. “Bu mercimekle buğday size beni hatırlatsın; aşınız ekmeğiniz azalmasın artsın, canınıza can katsın. Ben ki Ana Tanrıça Kibele çekilsem de kendi inime bereketim, gücüm hep sizinle.” diye bir de not bırakmıştı bize. Demek onu ararsınız?” Bilgeler atılmış hemen “Kibele mi? Ne tarafa gitmişti? Nerededir şimdi?” diye sormuşlar. Yaşlı karı koca devam etmiş söze “Nerededir bilmiyoruz, görmedik onu o günden sonra, unuttuk gittik ayrıca. Sakladık yüklüğümüzde onun verdiği mercimek ile buğdayı, parşömeni. Kibele’nin mercimeğini buğdayını ektik çoğalttık yıldan yıla. Şimdi ambarlarımız buğday ve mercimek dolu Kibele sayesinde. Onun andına kar kapladığında her yeri, buğdayımızla besleriz ormandaki kuşları, susuz da bırakmayız. O günden beri sanki yaş almadık gençleştik, elimize kolumuza daha bir güç geldi” demişler. Bilgeler çoban karı kocaya şükranlarını sunup görmek istemişler Kibele’nin bıraktığı buğdayı mercimeği, yazdıklarını. Kırk gün kırk gece konuk olmuşlar Kaz Dağları’nda. Kırk birinci gün bilgelerin en yaşlı kadın üyesi toplamış herkesi, “Bir önerim var” demiş anlatmış. Kırk bilge kırk koldan hemen Bol Ülkesi’ne dağılmış. Kadınları toplamışlar; bıkmadan usanmadan genç, yaşlı demeden anlatmışlar neyi nasıl yapacaklarını. Yapabilirlerse eğer, bir umut Kibele’ye ulaşacaklarını. Bilgeler kadınlı erkekli, bilgeler inançlı kararlı, “Asla bırakmayacağız çocukları” demişler. Kırk günde kırklamışlar ülkeyi bir baştan bir başa. Beklemişler hazırlıklar tamamlanınca karın yağmasını. Bir kış kıyamet olmuş ülke; bir baştan öte başa bembeyaz karla kaplanmış. Bilgeler tam zamanıdır demişler. Bol Ülkesi’nin kadınları aynı anda pişirmişler mercimek çorbalarını. Çorbaları kaynarken ocak- ta, pencere kenarlarında, balkon köşelerinde buğday ve su vermişler kuşlara. Ülke baştan başa mercimek çorbası kokmuş, kuş sesleri kaplamış tüm ülkeyi. Kibele çam ormanı içindeki mağarasında işitmiş kuş seslerini, duymuş mercimek çorbasının kokusunu. Gönlü açılmış bir yol, gözünü de açmış ardından, seyre koyulmuş insanoğlunu, ne yaparlar acep diye. “Duyduğum koku mercimek çorbası, duyduğum sesler Kubaba kuş sesleri. Banadır bilirim; bildim bileli bu ötüşleri. Demek “Hepimiz” diyebiliyorlar ki duyuyorum pişirdikleri çorbanın kokusunu, işitiyorum kuşlarımın billur sesini.” Beklemiş Bol Ülkesi’nin halkı, beklemiş Kibele. Bilgeler ilk adımı tamamlamış olmanın sevinciyle derin bir soluk almışlar. Bahara döndürmüşler yüzlerini, terk etmemişler Sarıkız Tepesi’ni. Gelen günler bahar ayları mor menekşelerin açma zamanı. Sabahlardan bir sabah açmış mor menekşeler, dört bir yana yayılmış kokuları. Bilgelerin şiir olmuş dilleri söylemiş mor menekşeleri:
Yer gök kabul etmeyince Yediverenler’i. Analar babalar Dirilten Ormanı’na götürmüşler Yediverenler’i “Konuksunuz Dirilten Ormanı’nda, Kibele’yi bulunca o özgürleştirir hepimizi” demişler yola koyulmuşlar. Yediverenler’in kız kardeşleri birer birer ormanda bir kulübede, gece gündüz nöbet tutmuşlar. Ama şarkı söylemişler, ama nakış işlemişler; kah okumuş kah yazmışlar. Kadere kahır etmemişler. Kardeşlerini sabırla beklemişler.
Mevsimler yazdan bahara dönmüş durmuş. Ne yerde ne gökte; ne yerin yedi kat dibinde ne yedi kat göğün üstünde bulmuşlar Kibele’yi. Kırk ay, kırk güneş doğmuş, gece gece kırk ay doğmuş. Kırk gün, kırk ay, kırk yıl geçmiş yıl yılmış, ama yılmamış yer bilgeleri gök bilgeleri arayıp durmuşlar her yeri. “Yediverenler kaldıkça Dirilten Ormanı’nda ne yer görür bereketi, ne gök bulur güneşli günleri. Hepimiz bulmak zorundayız Kibele’yi” demişler ama bulamamışlar. Toplanmışlar en son Kaz Dağları’nda. Sarıkız Tepesi’nde bir yaşlı karı koca çoban yaşarmış. Keçileri onları izler, kazları suda yüzer, sabahları horoz sesleri ile uyanırlarmış. Keçi sütü içer, keçi peyniri yapar, kekik çayından vazgeçmezlermiş. Helvaları deseniz görülmezmiş çam fıstığından. “Pilavımız keşkek otur soframıza bölüşek” der, Kaz Dağı’na yolu düşen herkesi misafir kabul ederlermiş. Kırk yıl sonra bir araya gelen bilgeleri görünce sevinmişler gönüllerince. Sormuşlar hatırlarını, konuk etmişler. Dayanamamışlar duydukları “Ah, of, vah seslerine” sormuşlar nazikçe. “Bilgeler bilgiler sizde, nedir bu ah, of, vah, bize düşmez ama en azından öğreniriz nedir sizi üzen, canınızı sıkan?” Bilgelerin en yaşlısı almış sözü anlatmış kırk yıldır Kibele’yi aradıklarını, bulamadıklarını. Yediverenler’i Dirilten Ormanı’ndan çıkarıp topraklarına kavuşturamadıklarını. Çok ama çok çaresiz kaldıklarını. Bir bir anlatmışlar iç çekerek ahlayıp ohlayarak. O anlatırken diğer bilgelerde “Vah vah vah ki vah, ah ah ah ki ah” diye acınırlarmış hep birlikte. Yaşlı karı koca bilgeleri dinleyince hem üzülmüş hem de sevinmiş, yüzleri ışılamış . “Ey bilgeler bilir misiniz, kırk yıl önce yıldırım hızı ile öfkeyle bir kadın geçip gitmişti önümüzden, söyleniyordu kendi kendisine hepten. Hatırladığımız kadarı ile çok kızgındı insanoğluna, yediler yediler bitiremediler birbirlerini, kırdı- lar Yediverenler’i! Kıtlık, yokluk, zorluk bükecek bellerini. Bozdular birliklerini, kaybettiler dirliklerini. Öğrenemediler HEPİMİZ demeyi” diyerek söyleniyordu. Yetiştikte zor sakinleştirdik. Bir gece konuğumuz oldu. Aşımızı ekmeğimizi paylaştık. Yattı keçi yününden yatağımızda. İyi dileklerini, şükran duygularını esirgemedi bizden. Sabah uyandığımızda yatağını toplanmış, yorganını katlanmış bulduk. “Bu mercimekle buğday size beni hatırlatsın; aşınız ekmeğiniz azalmasın artsın, canınıza can katsın. Ben ki Ana Tanrıça Kibele çekilsem de kendi inime bereketim, gücüm hep sizinle.” diye bir de not bırakmıştı bize. Demek onu ararsınız?” Bilgeler atılmış hemen “Kibele mi? Ne tarafa gitmişti? Nerededir şimdi?” diye sormuşlar. Yaşlı karı koca devam etmiş söze “Nerededir bilmiyoruz, görmedik onu o günden sonra, unuttuk gittik ayrıca. Sakladık yüklüğümüzde onun verdiği mercimek ile buğdayı, parşömeni. Kibele’nin mercimeğini buğdayını ektik çoğalttık yıldan yıla. Şimdi ambarlarımız buğday ve mercimek dolu Kibele sayesinde. Onun andına kar kapladığında her yeri, buğdayımızla besleriz ormandaki kuşları, susuz da bırakmayız. O günden beri sanki yaş almadık gençleştik, elimize kolumuza daha bir güç geldi” demişler. Bilgeler çoban karı kocaya şükranlarını sunup görmek istemişler Kibele’nin bıraktığı buğdayı mercimeği, yazdıklarını. Kırk gün kırk gece konuk olmuşlar Kaz Dağları’nda. Kırk birinci gün bilgelerin en yaşlı kadın üyesi toplamış herkesi, “Bir önerim var” demiş anlatmış. Kırk bilge kırk koldan hemen Bol Ülkesi’ne dağılmış. Kadınları toplamışlar; bıkmadan usanmadan genç, yaşlı demeden anlatmışlar neyi nasıl yapacaklarını. Yapabilirlerse eğer, bir umut Kibele’ye ulaşacaklarını. Bilgeler kadınlı erkekli, bilgeler inançlı kararlı, “Asla bırakmayacağız çocukları” demişler. Kırk günde kırklamışlar ülkeyi bir baştan bir başa. Beklemişler hazırlıklar tamamlanınca karın yağmasını. Bir kış kıyamet olmuş ülke; bir baştan öte başa bembeyaz karla kaplanmış. Bilgeler tam zamanıdır demişler. Bol Ülkesi’nin kadınları aynı anda pişirmişler mercimek çorbalarını. Çorbaları kaynarken ocak- ta, pencere kenarlarında, balkon köşelerinde buğday ve su vermişler kuşlara. Ülke baştan başa mercimek çorbası kokmuş, kuş sesleri kaplamış tüm ülkeyi. Kibele çam ormanı içindeki mağarasında işitmiş kuş seslerini, duymuş mercimek çorbasının kokusunu. Gönlü açılmış bir yol, gözünü de açmış ardından, seyre koyulmuş insanoğlunu, ne yaparlar acep diye. “Duyduğum koku mercimek çorbası, duyduğum sesler Kubaba kuş sesleri. Banadır bilirim; bildim bileli bu ötüşleri. Demek “Hepimiz” diyebiliyorlar ki duyuyorum pişirdikleri çorbanın kokusunu, işitiyorum kuşlarımın billur sesini.” Beklemiş Bol Ülkesi’nin halkı, beklemiş Kibele. Bilgeler ilk adımı tamamlamış olmanın sevinciyle derin bir soluk almışlar. Bahara döndürmüşler yüzlerini, terk etmemişler Sarıkız Tepesi’ni. Gelen günler bahar ayları mor menekşelerin açma zamanı. Sabahlardan bir sabah açmış mor menekşeler, dört bir yana yayılmış kokuları. Bilgelerin şiir olmuş dilleri söylemiş mor menekşeleri:
“Kibele nerdesin, elma desek de çık armut desek de çık.
Yine geldi bahar ayları
Sevdiğinin kanı canı
Açtı bak mor menekşeler
Alem kokusunu içine çeker
Kibele nerdesin, elma desek de çık armut desek de çık.
Sözümüz sözün bu muydu
Yokluğun bizi öksüz koydu.
Zalim geldi bizi vurdu
Bir yel gibi gelesin, yüreğimizin yangın yerini söndüresin.
Menekşe kokularıyla verelim Yediverenler’i toprağa.
Kavuşalım ayrılmayalım bir daha.
Kibele, elma desek de çık armut desek de çık.”
Dillendirmişler yüreklerini, beklemişler Kibele’yi.
Karı koca çobanlar gün doğmadan daha ilk aydınlıkta, keçilerini çan sesleriyle salmışlar. İlk açan menekşelerin kokusunda çıktıklarında Sarıkız Tepesi’ne; su dolu bir testi bulmuşlar. İçmişler susuzluklarını gidermişler. Testiyi tam yerine koyacak iken bir de ne görsünler? Testi suyla dolmuş hemen. Tekrar tekrar içmişler içtikçe kendilerini daha dinç hissetmişler. Ne kadar içerlerse içsinler testi dolmuş hemen. Heyecanla ellerinde su testisi bilgelerin yanına yönelmişler. Bir yandan da haykırıyorlarmış, sesleri dört bir yandan yankılanmış “Sarıkız da bizimle, Sarıkız da bizimle!” Mağarasında derin uykuda, menekşe kokuları burnunda, uyanmış Kibele. “Artık vakit tamamdır” demiş. Roma’dan geri aldığı kara taştan heykelini almış eline bırakmış bilgelerin kapısına. Yaşlı kadın bilge tıkırtıyı duyduğunda dışarı çıkmış gün doğumuna. Açmasıyla kapıyı, görmüş kara taşı, Kibele’nin heykeli elinde uyandırmış herkesi. “Duyduk duymadık demeyin, gün doğmadan neler doğar uyanın gelin. Kibele geri döndü, Kibele hepimizle” derken; ellerindeki su testisini göstererek gelmekte olan çobanları görmüş. Çobanlar “Yediverenler’in toprağının suyu Sarıkızdan! Sarıkız da bizimle, Sarıkız da bizimle” diye sesleniyormuş. Karataştan Kibele’yi, su testisinde Sarıkız’ı alıp Dirilten Ormanı’na doğru yola çıkmışlar. Bol Ülkesi’nin halkı Kibele ile Sarıkız’ın dönüşünü, Yediverenler’le birlikte Dirilten Ormanı’nda kırk gün kırk gece şenliklerle kutlamışlar. Kırk bilgenin kırkı da söylemiş aynı dileği,
Kibele’nin karataşı yardık karanlığı
Sarıkızın su testisi kovduk iftirayı
Bol Ülkesi’nin halkı bilmiş artık geri dönüş yoktur güzelliklerden, rüzgar katmış önüne menekşe kokularını dört dolanmış Bol Ülkesi’ni. İşte o günden sonra yer yedi gün içinde yer vermiş, Yediverenler’i kavuşturmuş toprağa. Bol Ülkesi Yediverenler’in, kardeşlerinin yasını tutmuş kırk gün kırk gece. Gökkuşağının yağmur sonrası çifter çifter çıktığı Bol Ülkesi’nde kırk bir türlüsü insanın yaşamış güzelliklerle. Ayrılmamışlar birbirlerinden asla ne dertte ne sevinçte.
Her yıl menekşelerin çiçek açtığı ilk gün başlarmış Yediveren Şenlikleri. Bol Ülkesi’nin halkı çoluk çocuk hep bir ağızdan “Çiçeklendi Yediverenler, iyilikleri güzellikleri hep bizimle, Kibele ile Sarıkız terk etmez bizi böylece. Ne var ne yok görelim, izini sürelim sırrına erelim. Döne döne kendimize dönelim cennetimizi içimizde bulalım cehennemi içimizde söndürelim. Kendimizi bilelim, iyiliklere gelelim, haktan adaletten ayrılmayalım. Canlarımızın canı çocuklarımızı hep koruyalım” demişler. O günden sonra sağır kulaklar bile duymuş, donmuş yürekler bile titremiş, kör gözler bile görmüş, iş tutmaz eller bile bir işin ucundan tutmuş.
Gökten üç çam kozalağı düşmüş pınar başlarına, menekşe- ler ilk açtığında. İlki Kaz Dağları’na yerleşip Sarıkız’a analık eden Kibele’ye, ikincisi Yediverenler’e, üçüncüsüde gönül verenlere.
Yorumlar
Yorum Gönder