TOHUM



Handır hamamdır
Tastır tamamdır
Kurna ba
şında yıkanandır
Hana vardım han kapalı
Çaldım kapıyı açan olmadı
Kapısına kilit vurulalı
Kazanım ocakta kaldı
Her i
şim yarım kaldı
Sevemedim gönlümce
O da benim içimde kaldı
Kedi damda, köpek sokakta kaldı Horozumu kimler çaldı
Dileklerim yarına kaldı
Dikenler hep bana bata bata kaldı Kayı
ğım vardır küçüktür
Gönlünü ummanda yüzdürür Doldurur içine hamsiyi
Konu kom
şuyu güldürür
Teknemdir bu bakmaz haline
İşi gücü köpekbalıklarının peşine düşe.
Masaldır dillendirir, zil takıp eğlendirir, evirir çevirir, ille de gerçeğe dönendirir.

Memleketin birinde diye başlar masal dediğin, her eğriyi doğrulta geldiğin, iğnenin deliğinden insan geçirdiğin. Memleketin birinin havası hava, toprağı toprak, suyu içilmeye doyumsuzmuş. Gün ışır güneş ısıtır, geceleri ay aydınlatırmış. Dört mevsim güle oynaya verirmiş zamanı birbirine, el verir gibi. Bu gök kubbenin altında, bu toprakta yeşermeyen, meyveye çiçeğe durmayan tohum yokmuş gibi.

Memleketin dört bir yanında yetişen bir sebze varmış. Toprağın üstünden pek cılız gibi görünürmüş de kökü derine gidermiş. Yaprakları ne havuca ne de lahanaya benzermiş. Renk desen ne yeşilmiş yaprak gibi, ne de akmış beyaz lahana gibi. Kökü havuca benzermiş ama yenmezmiş, yaprakları desen hem damarlı hem de sertmiş, sarması da olmazmış. Adı sebze imiş, ne yemeği yapılır kimse bilmez imiş. Her toprakta, en olmayacak yerlerde hemen çimlenirmiş tohumu. Oysa belliymiş memlekette lalenin, sümbülün yeri, buğday nerdedir, çay nerede yetişir. Patatesin lezzetlisi, domatesin kokulusu, üzümün çekirdeksizi, sarımsağın iri dişlisi, hele de elmanın iyisi renginden belli. İki taşın arası gerçeğin yalancısı adı sanı bilinmeyen daha nicesi kuzu kulağından, ayvasına, şeftalisinden karpuzuna, kavunundan muzuna, fındığından fıstığına aklına gelen gelmeyen ne varsa yetişmezmiş her yerde aslında. Hepsinin ne olduğu uzaktan da, yakından da bilinirmiş tek bakışta.

Muz, salatalık, karpuz, domates... Sıcak, uzun yaz günlerinden birinde ekmek elden su gölden, iş yok güç yok. Sıkılmışlar hep birlikte de, karar vermişler gizlice, “ Yok edelim adına sebze denen bu bitkiyi, yakışmıyor bu haliyle bize,” diye. Zeytin ağacı kulak misafiri olmuş bu konuşmaya, ciddiye almamış önce. Bin altı yüz elli yaşındaymış, aklı başındaymış, hep bu topraklardaymış. “Yazın sıcağı başlarına vurdu. Beş dönüm bostan yan gel Osman, yaşamak da kolay değil, kolay değil zamanı geçirmek. Bekle bekle dur, ne gün doğar ne de ay. Güneş batınca ortalık serinler biraz da, bu dört kafadar da saçmalamayı bırakır,” diye düşünmüş . Ama yine de huzursuzmuş, ne olur ne olmaz diye izlemekte imiş muzu, salatalığı, karpuzu, domatesi. Bir sabah gürültüyle uyanmış, bir de ne görsün, dört kafadar harekete geçmişler bile! Çevirdikleri bir sebzenin yapraklarını ezmekte, kökünü köklemektelermiş. Zeytin ağacı,“Ne yapıyorsunuz?” demeye kalmadan, kökleriyle köklemişler sebzeyi de, atmışlar yol kenarına. Çıkışş Zeytin ağacı, “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Ne hakkınız var?” Cevap vermiş muz, “Kırıldım sana zeytin ağacı, bir bize bak bir de şu buruş buruş tuhaf köke. Yakışıyor mu o hiç bize? Bu güzel toprağa havaya suya yazık. Hem kuzeyden güneye, doğudan batıya konuştuk herkesle, herkes de şikayetçi, ha var ha yoklar ne olacaklar ki? Karar verdik hep birlikte bu sebzeyi yok etmeye.” Zeytin ağacı daha fazla dayanamamış, “Bakmazsınız bir mevsimlik halinize de ne olduğunu kimsenin bilmediği bir sebzeyi yok etmeyi düşlersiniz. Ben bildim bileli bu sebze vardır, yaşar gider bu topraklarda, arsızdır çok ama arsızlığın çaresi bu değildir, niyetlendiğiniz hakka da, adalete de sığmaz, bitki olmayla da alakalı değildir.” Muz atılmış hemen, “Toprak görülmüyor onun yüzünden, bir başladı mı sarıyor her yeri,” demiş. Zeytin bakmış muza, “Sen gelecek yıl bu toprağın halini görme-
yeceksin bile, farkında mısın bunun? Bir meyve sezonluğusun, yerine başka muzlar gelecek, aynı şey karpuz için de geçerli! Sen karpuz, sen de göremeyeceksin bu toprakta önümüzdeki yılı! Ekerlerse yerinde yetişecek başka bir karpuz. Siz bir mevsimliksiniz, bir mevsimlik ömrünüzde ben bildim bileli yaşayan bu bitkinin köküne kibrit suyu dökebileceğinizi sanıyorsunuz. Yüz metre ötenizde ne olup bittiğinden haberdar olmanız bile mümkün değil bu halinizle. Kendinize gelin de vazgeçin bu sonu nereye varacak bilinmez sevdanızdan.” Salatalık, “Onun olduğu yerlerde büyüyemiyorum yeterince,” demiş. Zeytin hemen cevap vermiş, “Söyledin mi ki çekilir misin biraz kenara, paylaşalım toprağı diye?” Salatalık, “Ne meyvesi ne de sebzesi var, yararsızdır zaten, hem o benimle bir mi neden sorayım ki? Kendim üstünden geçip devam ediyorum büyümeye,” demiş. Zeytin ağacı, “Bu topraklarda görmediğim kalmadı, uzun ömrüme dayanağım, sevinesim kalmadı. Bin yaşımı gördüm de sevinemedim, bin altı yüz elli yaşımdayım şimdi iki binlerimi de göreceğim. Akla vicdana sığmayan, hiç kimseyi ondurmayan işlerden bir gün vazgeçilecek inancı ile yaşıyorum; yaşayacağım bu topraklarda sonsuzca. Tohum düşşse toprağa, filizlenmişse havada, suda, hakkı vardır toprakta da. Hele hele bu topraklarda mümkün değildir yeşermiş tohumu yok etmek. Nice çabalar gördüm, kavgalar gördüm de, görmedim yok olanını. Köklenenler de oldu, sakat kalanlar da, acıdan üzüntüden bambaşkalaşanlar da oldu. Meydanlar ezilen, köklenen ağaç, sebze kalıntıları ile doldu, suyumuz bulandı. Ne yok eden ne de yok edilen oldu. Kaybettik hep birlikte.” Dinlememişler zeytin ağacını, karpuz atılmış hemen,“Ben bilirim, bu zeytin ağaçları bin yılı geçince bunar, saçmalamaya başlar. Gün bizim günümüz, bir sebzeciğe havada karada gününü gösteririz,” demiş. Zeytin ağacının boynu bükülmüş, içi acıyla dolmuş, hüzünlenmiş. Zeytin ağaçlarının duyguları gövdelerinde nakışlanırmış. Acılar, hüzünler, kayıplar günden güne, yıldan yıla solgun kabuklarının altındaki gövdelerinde zifirden kara hareler olur da işlenirmiş. Acı acı üstüne, ayrılık ayrılık üstüne, yoksulluk yokluk üstüne. Kabuklarının solgun renginin altında zeytin ağaçlarının zifirden kara bir gövdeleri olurmuş yaşadıkları yıllar boyunca. Gövdeleri yaşları kadar irili ufaklı girinti çıkıntılarla doluymuş ayrıca. Her bir çıkıntı bir kök sürgününün gövdede tekrar buluşması, her bir girinti kesilen, kuruyakalan bir dalın boşalan yeriymiş aynı zamanda. Kuruya yeşere gelirmiş zeytin ağaçları binli yaşlara. İşte bu yüzden“Ölümsüz Ağaç” diye bilinirlermiş yeryüzünde. Zeytin ağaçları yüzlü yaşlarını törenlerle kutlarmış. En yaşlı olan zeytin ağacının yaş günü ise her on yılda bir mutlaka kutlanırmış. Yıl en yaşlı zeytin ağacının bin altı yüz ellinci yaşının kutlandığı yılmış. Her kutlama zeytin ağaçlarının yılmadıklarının yılıymış aslında. Memleketin tüm zeytin ağaçları yapraklarının uçları ile esen yelin izinde haberleşirlermiş birbirleriyle. Kırk gün kırk gece sürermiş şenlikler. Yüz yaşını geçen her zeytin ağacı yüzlü yaşının en güzel anısını anlatırmış. Adetleri böyle imiş. Her bir zeytin ağacı güzel olan ne varsa iyiden yana, gerçeğe yama, yana yakıla toplarmış bir bir de, inci dizer gibi, boncukla oya yapar gibi nakışlarmış da öyle dillendirirmiş herkese. Bir zeytin yaprağının ucunda da kendince anlatırmış ilk yaş günü kutlamasında. Güzel anıları dinler iken, dillendirir iken, zeytin ağaçlarının acıdan üzüntüden kapkara olan gövdeleri hare hare açılmaya başlarmış. Solgunmuş yine kabukları, girintili çıkıntılı imiş yine gövdeleri. Kimse bilmezmiş ama içlerini. Anılar masal olurmuş kimi zaman, kimi zaman da gülmekten kırıp geçiren bir öykü. Kahkahalar bir yükselmeye görsün, aydınlık renkler çıkarmış ortaya, turuncu bir yaş çizgisi harelenirmiş gövdelerinde, siyah sürme misali kalırmış kıyısında turuncunun. Yaşla birlikte, yaşadıkları ile birlikte renkten renge girermiş gövdesi zeytinin. Gören sanırmış ki sürme çekilmiş, nakışlanmış boya ile.
Memleketin muzu, salatalığı, karpuzu, domatesi, onlara destek veren daha nicesi, saldırmış sebzelerin köküne, kimisini köküne kibrit suyu misali kuruta kalmışlar, kimisinin yapraklarını yolup çıplak bırakmışlar. Hep birlikte kısa sürede yok ettikleri sebzenin yerine hemen başkalarını ekmişler. Memleketin dört bir yanının toprağından gelen “Bitki mi, sebze mi ne ise onu yok ettik” haberleri ile de içleri rahat, eski hamam eski tas yaşamaya devam etmişler. Kendileri beğenilmeyecek gibi değillermiş ama kendilerinden başka hiç kimseyi de beğenmemektelermiş aynı zamanda. Sebze bakmış ki yok edilmekte, bir araya gelmişler, “Bu toprakları bırakamayız, toprağımızın hatırına güneş de suda da hakkımız vardır. Bu böyle biline!” demişler. Kök köke, yaprak yaprağa vermişler. Köklerimiz derinlemesine gitmekte deyip, “kökler üzerine” yeni bilgiler öğrenmek üzere içlerinden en iyilerini başka topraklara göndermişler. “İlk işimiz, daha derine kök salmak, toprağımızın tüm özelliklerini öğrenmek olmalı. Yapraklarımızın rengini şeklini değiştirirsek kimse de tanıyamaz bizi. Bir yandan kök salalım derinlere, bir yandan gözden ırak olalım günü gelinceye,” demişler, dört bir koldan dört elle işe koyulmuşlar, sarılmışlar birbirlerine, kökler hep derine, daha da derine.
Kök salarken bir bir bakmışlar her bir sebzenin, çiçeğin, ağacın köküne neyle beslenirler, neyi severler, nasıl çoğalırlar diye. “Üzümü ince kabuklu yapan nedir, salatalığçıtırlığı ne verir, domatesin, fındığın lezzeti nerden gelir?” demişler, gün yirmi dört saat izlemişler bu topraklardaki herkesi, yeni baştan öğrenmişler de, sil baştan yapmışlar tüm bildiklerini, tanımışlar toprağı, toprakta yetişeni. Her bir bitkinin, sebzenin, meyvenin toplamışlar özelliklerini. Her birinin yavrusunun köküne yardıma gitmişler, toprağını işlemişler, yeni fidanlara, sürgünlere kendilerinden özellik eklemişler. Yılların domatesi muzu,salatalığı rahat- mış gezinirken toprağın yüzeyindeki en verimli yerinde, “Aman ne güzel, bir de güzel bakan var çocuklarımıza da tüm gün etrafımızda, ilgi desen kızımızın oğlumuzun üstüne,” demişler de, derken, çocuklarına bakan bitkinin yok ettiklerini sandıkları sebze olduğunu fark etmemişler bile. Patlıcan biraz kuşkulanmış bir ara,“Sanki bu bizim yok ettiğimiz sebze. Yok yok olması mümkün değil, o sebzeyi biz yok ettik hep birlikte,” demiş, ikna etmiş kendisini. Asma toprak üstündeki dalı yaprağı ile meşgulmüş. Kökü ne yapıyor ne ediyor ilgilenmezmiş.
İncir bilirmiş ki kendine tepeden tırnağa dikkat etmezse eğer, ne meyvesi ballanır ne de kurusu yapılırmış. Bakmışbir gün kökünde bir kök dolaşır, rahat vermez, yediğine içtiğine bulaşır, ille de yardım edeyim der dolaşır. İncir almış karşısına kökü, “Ben bozulursam eğer mayası olduğum peynir bozulur, ben bozulursam eğer fırından yeni çıkmış ekmeğin üstündeki beş parmaklı yaprağım bozulur, kaçar ekmeğin de bereketi, ben bozulursam eğer yeryüzünde cennet umudu yok olur, kök kardeş bundan ötürüdür benden uzak dur. İhtiyacım olursa ben seni bulurum,” demiş. Kök, “Peki incir kardeş ne zaman dilersen yanındayım bilesin.” demiş, uzaklaşşİncir haber de vermiş arkadaşlarına, “Bir kök var gezer derinlerde, köklerimizin yakınlarında, benzemez bildiklerime, gördüklerime. Ben hoşlanmadım bu işten, uzaklaştırdım onu hemen. Haberiniz ola.” Badem dinlemiş inciri, kolaçan etmiş her yerini, “Köküm köküm güzel köküm, sana ben ne derim, sayende baharı ilk ben karşılarım. Yakalansam da ayaza, baharda ilk ben çiçek açarım, ayaz da vursa bendeki bu acelecilikle baharın ilk belirtisini tek ben yakalarım,” demiş, dinlemiş inciri, yaklaştırmamış tanımadığı kökü. Fındık rahatmış ezelden, dinlemezmiş kimseyi de zaten. Kök yaklaşş fındığa, öğrenmiş fındığı fındık yapan besin hangisi, almış hemen köküne, biraz daha gitmiş derine. Fındığa demiş ki, “Fidanlarına ben bakar yetiştiririm sen hiç merak etme.” Fındık da razıymış dünden. Fidanların bakımı hem zor hem de zahmetliymiş kendince. Kök ilgilenmiş hep, dal verirken, boy atarken fındık fidanları. O günden sonra unutmuş fidanlar kendilerine bakmayı, kendilerini geliştirmeyi. Kökün beslediği fidanlar iri iri fındıklar vermiş, bol bol vermiş, bunu görenler fındığa imrenmiş. Herkes kökten yardım almak için sıraya girmişİncir, badem, zeytin ağacı, bir de kardelen çiçeği ne yaklaşşlar köke ne de yaklaştırmışlar kökü kendilerine, “Sen köksün bize kök söktürürsün, biz kendi yağımızla kavrulur besleniriz. Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu, oynamıyoruz biz senin oyununu,” demiş, bildikleri yolda devam etmişler, atalarından gördükleri gibi kendi fidanlarını yetiştirmeye. İncir gibi incir olmak, badem gibi badem olmakmış dilekleri. Güneşe, aya, toprağa, suyun hatırına bu niyetle yaklaşşlar. Günler günleri kovalamı yakalayamamış.Yıllar yıllara eklenmiş kalmamış. Zeytin ağacı, atalarının iki bin dört yüz yıl öncesinde bir mezarda yan yana oldukları incir ile tekrar bir araya gelmiş. Torun torundaş kafa kafaya vermişler, söy- leşmişler, dertleşmişler. “Artık tanıyamıyorum gördüğüm sebzeyi, meyveyi, ağacı, bitkiyi. Asmada üzüm, dalında domates, muz fındık, salatalık, elma hepsine bakıyorsun şekil, renk tamam, tanış bana, nedendir bilmem tanıyamıyorum yine de. Hepsinde var aynı koku, hepsi hem kendi, hem de kendi değiller gibi. Kalmadı üzümün ince kabuklusu, genç omcaların üzümleri, artık kalın kalın kabuklu. Yaydıkları koku aynı, beni aldı bir korku, bir de kaygı. Kokuya battık kaldık, korkudan bak ne olduk kaldık. Şaşakaldık şaşkınlaştık, muz muz mudur, elma elma mıdır sora kaldık. Anlayacağın badem kardeş, atalarımız gibi biz yine yan yana, baş başa kaldık. Kardelenle soğuğa, kara buza çiçek açtık; badem ile hep bahara uyandık, ayazda da kaldık.İncir kardeş sen, ben, biz, hep beraber yan yana, can cana kaldık. Yaşadığımız toprağın gününün gecesinin tanığı olduk kaldık. Yeryüzünde en çok halimize baka baka şaşırakaldık, hep sona kaldık hep sorakaldık.”
Onlar dertli meraklı görüşürken, konuşmaya kulak misafiri olan üzüm ile fındık atılmış hemen, zeytin, badem, incir ağacı ile kardelene, “Bu kök her şeyi biliyor, engin bir bilgisi var, bizim fidanlarımızı da besleyip büyütüyor, daha ne istiyorsunuz? Biz de güneşin altında kaygıdan uzak keyifle yaşıyoruz. Çocuklarımız da emin ellerde, güvende, sizdeki bu şüphecilik niye?” diye çıkışşlar. Badem dayanamamış, “Söylemeye dilim varmıyor ama tadınız kokunuz artık çok farklı. Çocuklarınızın kokusu artık onlara bakan kökün kokusu.”
Fındık ile asma atılmış hemen, “O kadar fark önemli değil,” demişler. “Başka ülkelere gidiyor bizim çocuklar, gittiklerinde görmüşler ki tatlarından kabuklarına aynıyşlar diğer ülkelerden gelenlerle.” Zeytin ağacı bakmış asmaya,“Oysa yeni filizlenen fidanlarken hatırlar mısın ne kadar da umut vadeden, kimselerde olmayan özellikleri vardı çocuklarının! Şimdi sadece yeryüzü ortalamasını tutturdum diye seviniyorsun. Kalmadı ince kabuğun, kendine has kokun.” Asma eli belinde dönüvermiş zeytin ağacına, “Kokuya kim bakar, pazardaki değerin her şeyi tartar,” demiş. Zeytin ağacı asmaya bir daha tek bir söz söylememiş.
Sebze kökleri çoğalmışlar da değişmişler; bin bir şekle bürünmüşler. Gün gelmiş sebzenin gözünü gücü bürümüş. Gözüne de zeytin ağacı görünmüş. “Bu kadar yaşlı bir ağaç bize hep geçmişi hatırlatır, bilemeyiz içinde ne saklıdır. Dalına, sürgününe, köküne kuvvet, yaklaşamadık biz bile. Zeytin var oldukça olmaz her şey bizim, hatırlatır geçmişi bize bile. Yok etmemiz gerek onu, aşarız biz bu engeli. Yaşlıdır, çürümüştür, hastalıklıdır, bunamıştır deriz, gerisini getiririz hep birlikte, herkes ile.” Saldırmışlar hep birlikte zeytin ağacına, kılı bile kımıldamamış zeytin ağacının, durmuş öylece. Onunla birlikte durmuş inciri, bademi, kardeleni, adı sanı bilinmez nice çiçeği, börtü böceği onunla durmuşlar; beklemişler oldukları yerde, durdukları yerde. Hiçbirinin kılı bile kıpırdamamış olduğu yerde. Böylece durmak zorunda kalmış sebzeler de. Esen kuvvetli rüzgarla köküne kuvvet sebzenin önce yaprakları geriye yatmış, sonra zorlanmaya başlamış kökleri de. Rüzgar yasemin çiçeğinin kokusunu yaymaya başladığında usuldan usula; sebzesinden kardelenine, börtü böceğine hepsi hep birlikte, ülkenin bir köşesinde oldukları yerde, yaşamlarını örmeye devam etmişler kendilerince.
Gökten kırk yılda bir kırk tane tohum düşermiş yeryüzüne, sanıla ki yok olmuşlardı günün birinde. Tohum düşünce toprağa, kök salıp filizlenince, hele de bir kez meyveye durunca, yok edemezsin onu bir daha. Toprakta hatırlar tohum da.

Yorumlar

ANLAR ANILAR NE SÖYLER?