YASEMİN ÇİÇEĞİ ÖMRÜMÜN GÖRECEĞİ
Baharı görmeyen gül goncaya durmaz,
Açmamış çiçeğe arı konmaz,
Sürülmeyen tarlanın beti bereketi olmaz,
Onmayan yanım sönmeyen yangınım,
Kötü haber tez gelir tez gider,
Bir yeldir eser gelir eser gider,
Sana bana gamı kederi yeter,
Acına gölge düşüren sen,
Sevincini yere düşüren sen,
Ne yapsan ne etsen başını göğe erdirsen
İki taşın arası iki lafın sonrası uzun çöpün kısası
Göz açıp kapayası
Hep masal hep masal desen…
Bir varmış, bir varmış. Uzak uzak diyarlarda bir memleket varmış. Adı “Varı bulanın arkasına bakmayanların memleketi” imiş. “Varı bulanın arkasına bakmayanların memleketi” gün gelmiş devlerin istilasına uğramış.Dev dev dediğin her yeri darmaduman ettiğin. Dev dev dediğin ezmiş, toz etmiş, yemiş içmiş de bitirmiş. Ne zaman gider kim bilirmiş. Devler gezedursun memleketi bir baştan bir başa, gör ne işler açılır çiçek olan her başa.
Mevsimlerden baharmış gülden yasemine, laleden sümbüle, hanımeline, nergise, katırtırnağından karanfile tomurcuklanmış hepsi de sıra sıra,sırasıyla çiçek açmışlar. Dağ taş, bağ bahçe onlarla renklenmiş, kokuları desen almış başını gitmiş. Günlerden bir gün devlerin başı gezerken dağda bayırda, bir yaban gülü grubuyla karşılaşmış. Ayağına değmiş yaban gülleri, acıtmış biraz dikenleri. Dev devmiş ama katlanamazmış azıcık bile acıya. Göstermiş yaban güllerini, “Kökleyin hepsini,” demiş.
Devler o gün o dağda bayırda bırakmamış hiçbir gülü sağ. Gülde ilk başlamış çiçeklerin kaderi. Memleket memleketmiş, bir baştan bir başa dört mevsim yaşanırmış aynı zamanda, dört mevsimin de çiçekleri açarmış aynı anda.
Yasemin çiçeği beyazın akı, kokunun hası. Kendinden emin, bir fırsatını bulup yüzüne yaklaşmış başdevin, hani bir umut kokusunu duysun diye. Dev itmiş elinin tersiyle, söylenmiş, “Gözümün önünü kapatan ne?”Kopardığı gibi yasemini atmış ağzına, “Tadı yok tuzu yok. Tat almak için çok çok yemek gerek herhalde,” demiş tükürmüş yere. Hapşırmaya başlayınca devlerin başı, itmiş yasemini elinin tersi ile. Kapıp koparıvermiş hepsini. Tarlasından geçerken bacaklarına değmiş narin boynu lalelerin, başlamış kaşınmaya ardınca dev. Kükremiş sonunda, “Çiçek midir nedir soyu, rahatsızlıktan öte yoktur işi gücü. Vurun hemen boynunu. Kökleri köklensin, boyunları devrilsin. Dün güldü, bugün lale, geldim ben ne hale. Hepsinin soyu sopu, çiçektir adı sanı. Ne kadar çiçek varsa köklene,boyunları vurula!” demiş, emir vermiş devlere. Bir kıyımdır başlamış çiçekler üzerine. Memleket bir baştan bir başa gül, yasemin, sümbül, hanımeli kokularına bulanmış, sokaklar köklenmiş, çiçeklerin kokularıyla yıkanmış.
Sokaklara kapıları açılan evlerde insanlar gecenin karanlığında, devlerin korkusunda çiçek kokuları arasında uyumuşlar. Sokaklardan çiçek toplar olmuşlar mis zambağından yaseminine. Evlerinin gizli köşelerinde yaşatmaya uğraşmışlar yaralı bereli köklenmiş çiçekleri. Toprağından koparılan çiçekler olmamış bir daha eskisi gibi. Çiçekler çiçek olalı görmemişler böylesini. Devlerin başı sokakların çiçek ölülerinden temizlenmesini, yerin yedi kat altına gömülmesini emretmiş. Bir kısmı yer değişikliğine, bir kısmı güneşin azına çoğuna kurban olmuş da kuruyakalmış. Devler kuru dalları toplayıp yerin yedi kat altına götürüp atmışlar, üstüne ölü toprağı serpmişler. Devler rahatmış artık ne kollarına, ne de ayaklarına dolanan çiçek kalmış. Ellerini kollarını sallaya sallaya, aksıra tıksıra gezmişler tozmuşlar; tozunu atmışlar memleketin. Devlerin burunları yokmuş ama gözlerinde de renk. Devlerin başı bir ferman yayınlamış ardınca, “Devler olarak en hafif acıya, kaşıntıya tahammülümüzün olmadığı, olmayacağı herkesçe biline,” demiş. Yine de kolay olmamış çiçekleri köklemek. Varı bulanın arkasına bakmadığı memlekette çiçeğin bin bir çeşidi varmış. Yer gök renk renk çiçeğe durur; buram buram sümbül, nergis, karanfil kokarmış. Dağı, taşı, ovası, çiçekmiş her yanı. Dev için devler için çiçek miçek hak getire, hak getirmiş dev götüre. Bu böyle biline, bu böyle biline. Günler günleri kovalamış. Varı bulanın arkasına bakmadığı ülkede yaşayanlar devler geldiğinden beri gündüzün karanlığında yola düşer, gecenin karanlığında evlerine dönerlermiş; iş bulur çalışır, aş bulur yer, sopayı görür kaçarlarmış.Gülünden nergise, yaseminden karanfile, zambak desen kime ne… Günyüzü görmeyen insanlar unutmuşlar çiçeği. Çiçekler gün aydınlığında filizlenir, boy atar. Çiçeğe dururlarmış mevsimi gelince. Güne güneşe kadar geceye de ihtiyaçları varmış aslında. Göze batmışlar, göze gelmişler, göz önünden kaldırılmışlar. Çiçeklerden bir çiçek yasemin kurudum kaldım derken yerin yedi kat altında, üstüne bir su damlası düşmüş. Merak etmiş, başını yukarı kaldırmış. Gelen su, yanı başındaki komşusu kaktüsün parçalanan gövdesinden damlıyormuş. Komşusunun son sözü, “Yasemin çiçeği, çiçek olduğunu, yeryüzünün en güzel kokularından birisini yaydığını asla unutma!” olmuş. Gözlerini bir daha açmamak üzere kapatmış. Yasemin suyun serinliğinde biraz canlanmış, kaktüse çok üzülmüş. Çevresindeki gördüğü, konuştuğu en son canlıymış çünkü. “Ne demek istedi acaba, ben zaten yasemin çiçeğiyim ki!” demiş kendi kendisine. Her yer karanlıkmış. Tek bir ses, tek bir soluk yokmuş. Öylesine yalnızmış ki, korkudan karanlıkta uyuyakalmış. Kaktüsün damlaları ile de hayatta kalmış. Devler ellerini kollarını sallayadursun, tozu dumana katadursun, yasemin çiçeği derin bir uykudaymış hala. Uykuda iken bile kaktüsün suyu ile köklerinin güçlendiğinin, yeşermeye başladığının farkında değilmiş. Kuruya kalan ne kadar çiçek varsa, onlardan arda kalanlarla kendisini bilmeden uyuyakaldığı günlerde yedi kat yerin dibinde boy atmış gizlice. Kurudukça çekilen çiçekler ona bir odalık da yer açmışlar. Çiçek bile açmış derin uykuda kör karanlıkta, yaprakları yeşil yeşilmiş. Bilmemiş yasemin çiçeği ne yaprağının yeşilini ne de çiçeğinin beyazını. Kimse bilmez kendi bilmez halde imiş bembeyaz çiçekler içinde. Yaseminin kokusu bu hiç durur mu! Sızmış yerin altından yeryüzüne. Rüzgar hemen fark etmiş ince bir sızı gibi sızan sızım sızım sızlayan kokusunu yaseminin. İçine çekmiş kokuyu, sevinmiş kendince onca yıldan sonra hatırlayabildiğine! Kokuyu duyduğu an, yasemin kokusunu ne kadar özlediğini fark etmiş. Katmış kokuyu hemen önüne, muştular gibi dağıtmış yeryüzüne. Koku bu, ne duvar tanır ne engel. Gözle görülmez, elle tutulmaz. Yayılır yavaş yavaş, karınca yuvasından kartal yuvasına.
Yelin ucundaki yasemin kokusu bu! Ansızın tek başına kalakalmış yaşlı bir kadının, tüm vücudunu sarıvermiş. Yaşlı kadın, “Bu kokuyu tanıyorum ben,” demiş daha ilk nefes aldığında. Neredeyse uyuyacakmış oysa.Ayıkmış hemen dikilmiş ayağa, rüzgarda arka çıkmış yaşlı kadına. Yaşlı kadın düşmüş kokunun peşine, peşi sıra bir başına, “İşim yok gücüm yok acelem yok. Derdim tasam yok. Bu yasemin çiçeği kokusu nerden gelir ki?” demiş. Günler günler boyu aramış durmuş, bulmuş sonunda kokunun sızdığı yeri. Yaşlı kadın gece gündüz kazmış toprağı. Rüzgarın başı dönmüş gittikçe artan yasemin çiçeği kokusundan, coşmuş da coşmuş. Dereler tepeler aşmış. Memlekette kokuyu duymayan kimse bırakmamış. Yaşlı kadın çıkarmış yasemin çiçeğini yerin yedi kat altından, almış kucağına, bulmuş aynı zamanda yerin yedi kat altına gömülü kalmış çiçek tohumlarını da. Elden ele geçmiş tohumlar, çoğalmış elden ele, dağılmışlar memleketin her bir yerine. İşte o günden bugüne çiçekler evlerde, sokak aralarında yaşamaya başlamışlar. Çiçeklerin yeniden ortaya çıktığını gören devler haber vermişler devlerin başına. Devlerin başı eski alışkanlıkla, “Çiçeklerin başı vurula, köklene!” diye emirler yağdırmış yeniden. Çiçekleri köklemeye gittiklerinde devler, sabah alacakaranlıkta işine giden insanlarla karşılaşmışlar, evlerinde bahçelerinde çiçeklerine bakan, onları sulayan yaşlı kadınları görmüşler. Devleri gören insanlar onların çiçekleri köklemeye geldiğini öğrenince, “Neden ki?” diye sormuşlar önce. Devler demişler ki, “Devlerin başını kaşındırıyor, canını acıtıyor değince tenine, hem de nedeninden size ne emir böyle.” İnsanlar cevap vermişler hemen,“İyi de devlerin başının bizim evimizde, bahçemizde, sokağımızda işi ne? Ne gelir konuktur ne gezer yolcudur. Dev dediğin ne rengi gören gözü var, ne de kokuyu duyan burnu. Çiçekler yaşar bizimle,” demişler.
Devler iletince durumu devlerin başına; devlerin başı, “Koku nedir, renk nedir ki?” diye ilk defa sormuş kendi kendine. Cevabını verememiş. Anlamış ki ne kokuyu bilmekte ne de gördüklerinde renk var. Devlerin başı toplamış devlerini, vermiş emirlerini. “Evinde bahçesinde en fazla çiçeği olanı huzuruma getirin hemen,” demiş. Devler hemen getirmişler çiçek bahçesinde kaybolmuş yaşlı kadını. Devlerin başı yaşlı kadına sormuş,“Yaşlı kadın anlat bana koku nedir, renk nedir? Olsa ne olur, olmasa ne bozulur?” Devler bakmışlar birbirlerine. Yaşlı kadın bakmış devlerin başına, “Gözünün rengi yok! Rengi de göresin yok ki göresin, burnun yok ki duyasın kokuyu. Hal bu iken çare kolay da değildir, görmek, koklamak senin istencinde değildir. Renksiz kokusuz yaşarsın da olursun güzele uzak.” Devlerin başı sormuş, “Güzel nedir?” Yaşlı kadın devam etmiş kaldığı yerden, “Güzel dediğin hoş gördüğün, hoş bulduğun, hoşuna gidendir. Gün olur da duyarsan kokuyu, gün olur da seçersen, görürsenrenkleri, pişman olmayasın köklettiğine çiçekleri. Gel sen beni dinle,çiçekleri kökletme. Hal böyle iken böyle.” Devlerin başı sormuş, “Renk için koku için bir oluru yok mudur?” Yaşlı kadın, “Kendinde olmayanı bilemezsin ama. Kırk gün kırk gece kokuyu rengi istediğini dillendir. Kırk gün kırk gece bu toprağa toprağın üstünde yaşayanlara iyi bak güzel bak. Kırma dalını, koparma çiçeğini; azı çoğalt, acıyı azalt; anaları güldür,çocukları sevindir. Ben de bu kır başımla dilerim ki devler başı duyasın kokuyu, göresin rengi. Ötesi gökyüzü,” demiş.
Devler başı gezer olmuş, derde tasaya düşer olmuş. Eksiğini gediğini bilir olmuş. Gece gündüz renk renk diye, koku koku diye inler olmuş. Devlerin başı ama meraktan, ama rengi kokuyu bilmemenin sıkıntısından, aksatmadan yapmış bir bir söylenenleri. Yaşlı kadın kırk birinci gün dileğini dilemiş gökyüzüne, iletmiş yeryüzüne.
“Olmuşa çare yoktur. Olacağa bir yol bulunur,” demiş beklemiş. “Giden gelir, düşen kalkar. Masal bu her çare onda var.” Kırk birinci gün göktenkırk dev inmiş yeryüzüne. Kırkı da renkleri görür, kırkı da kokuyu duyar imiş. Yaşlı kadın kırk deve, “Göreviniz yeryüzünde öğretmektir,anlatmaktır koku nedir, renk nedir her bir deve. Bu böyle biline, bu böyle biline,” der demez de gitmiş evine çiçeklerine bakmaya. O günden bugüne gökten her yıl kırk tane dev inermiş yeryüzüne, kırk devin kırkı da rengi de göre, kokuyu da duya.
Yorumlar
Yorum Gönder