KSANTOSLU KÜÇÜK KIZ VE MEZARKENT MASALI
Karınca kararınca
Karda ayağı kayınca
Tepetaklak düşünce
Canı fena yanınca, canına tak edince
Candan canandan geçince, kalbi atınca, ayağa kalkınca
Karınca kararınca, tepeye yeniden çıkınca, çığ olup yuvarlanınca
Masal olup çağlayınca; her bir masal her bir çocukta çoğalınca...
Bir varmış bir yokmuş, hem varmış hem yokmuş, çocukları seven pek çokmuş, çocuklara vakit ayıran hiç yokmuş. “Ninemin ninesinin ninesi anlatmış nineme, ninem de anlatmıştı bana, demek masal olan gerçekmiş, biz masa- lın üstünde yaşamışız bilmeden,” diyerek kendi kendine söylenmiş. İşte o günlerde bir kedi varmış, kedinin de bir çocuğu; çocuk kedinin yavrusu değilmiş ama. Çocuk; güneş, toprak ve denizin en güzel birlikteliğinin yaşandığı Anadolu’daki Işık Ülkesi Likya’nın, Likyalı bir ailenin kızı imiş. Yaşadıkları kent Ksantos’muş. Ancak değil bir tek ailesi, değil sa- dece komşuları, tüm Ksantoslular yaka silkermiş çocuğun yaramazlıklarından. Küçük kız gün doğumundan gün batımına Ksantos’un altını üstüne getirirmiş, insanların da yüreklerini ağızlarına; kimisinin kovasını deler, suyunu döker, kimisinin horozunu kaçırır, çamaşırlarını yere serer, kimisinin tarlasındaki fidanları köklermiş; ağaçlardaki her bir meyvenin tadına ayrı ayrı bakarmış sadece bir kez ısırarak. Erkekleri korkutur, kızları kovalarmış. Ne yapsalar, ne söyleseler küçük kız yaparmış yapacağını, hızlı da kaçarmış ayrıca. Tüm mahalle koştuğunda peşinden, olup olacağı, kız çocuğunun Ksantos’un en yüksek ağacının tepesinden aşağıdakilere atmasıymış palamutları. O ağacın tepesine bir tek o küçük kız çıkabiliyormuş zaten. Ailesi bir gün bir gece boyunca çok ama çok kızmışlar onun bu yaramazlıklarına. Küçük kız çok üzülmüş. Ksantos’dan ayrılmaya karar vermiş; mademki onu sevmiyorlar, sürekli azarlıyorlar, o da başka yere gidermiş! Yanına biraz yiyecek almış, bir de kedisini. Ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın, kedisi onu asla yalnız bırakmazmış, asla önüne de çıkmazmış; bir kez önüne geçmiş, o da bir uçurumun kenarına geldiğini fark etmediğinde, tam düşecekken atılmış da ayağına, zor kurtulmuş uçuruma yuvarlanmaktan. Oysa kedisi tembel mi tembel, miyavlamaktan bile acizmiş. Kediciğinin en büyük eğlencesi güneşte sırtüstü yatmak, küçük kızın bacaklarına sürtünmek, onun minicik elinin okşayışlarını hissetmek, mart ayında damlarda dolaşmakmış. Küçük kız içinse kedicik kendi gölgesi gibiymiş, her baktığında gülümsediği. Tam çıkacakken Ksantos’dan, birden hüzünlenmiş kız çocuğu, kentin çıkışındaki bir mezara yaslanmış. Son bir kez bakmak istemiş geride bıraktıklarına. İşte ne olduysa o an olmuş. Ev biçimindeki mezarın taştan çatısı kayarak açılmış; merakla bakmış çocuk mezarın içine, çok şaşırmış. Çünkü mezarın içinden bir merdiven iniyormuş. Hemen girmiş mezara kedisiyle birlikte, merdivenlerden inmeye başlamışlar. Merdiven bittiğinde bir odayla karşılaşmışlar. Odada yataklar, yiyecekler ve su testisi varmış. Çocuk ve kedisi orada kalıp yaşamaya başlamışlar. Odadan çıkan bir tüneli izleyerek başka mezar evlerini de bulmuşlar. Küçük kız toprağın üstünde nasıl geziyorsa, altında da öyle gezmeye başlamış. Tüneller, mezar evleri o kadar ilginç eşyalarla döşeliymiş ki, bir de her bir mezar evin ayrı hikâyesi varmış, ev sahipleri hikâyelerini mezarların duvarlarına çizmişler. Duvar resimlerine hayranlıkla bakakalmış küçük kız. Kedisiyle birlikte toprağın altındaki mezar kentte her bir evi gezmiş de tek tek, zamanın nasıl geçtiğini anlamamış bile. Resimlerden birinde bir dal, dalda bir tomurcuktan çıkan birlerce -küçük kız sayıca çoksa böyle dermiş hep heyecanla,‘Birlerce, birlerce!’- yürek şeklinde yaprak, yaprağın üstünde iki ince yaprak daha ve o ince yaprakların arasında çiçek tomurcukları, bir burun, ardından gülen bir insan yüzü. En çok bu resmi sevmiş küçük kız.
Canı fena yanınca, canına tak edince
Candan canandan geçince, kalbi atınca, ayağa kalkınca
Karınca kararınca, tepeye yeniden çıkınca, çığ olup yuvarlanınca
Masal olup çağlayınca; her bir masal her bir çocukta çoğalınca...
Bir varmış bir yokmuş, hem varmış hem yokmuş, çocukları seven pek çokmuş, çocuklara vakit ayıran hiç yokmuş. “Ninemin ninesinin ninesi anlatmış nineme, ninem de anlatmıştı bana, demek masal olan gerçekmiş, biz masa- lın üstünde yaşamışız bilmeden,” diyerek kendi kendine söylenmiş. İşte o günlerde bir kedi varmış, kedinin de bir çocuğu; çocuk kedinin yavrusu değilmiş ama. Çocuk; güneş, toprak ve denizin en güzel birlikteliğinin yaşandığı Anadolu’daki Işık Ülkesi Likya’nın, Likyalı bir ailenin kızı imiş. Yaşadıkları kent Ksantos’muş. Ancak değil bir tek ailesi, değil sa- dece komşuları, tüm Ksantoslular yaka silkermiş çocuğun yaramazlıklarından. Küçük kız gün doğumundan gün batımına Ksantos’un altını üstüne getirirmiş, insanların da yüreklerini ağızlarına; kimisinin kovasını deler, suyunu döker, kimisinin horozunu kaçırır, çamaşırlarını yere serer, kimisinin tarlasındaki fidanları köklermiş; ağaçlardaki her bir meyvenin tadına ayrı ayrı bakarmış sadece bir kez ısırarak. Erkekleri korkutur, kızları kovalarmış. Ne yapsalar, ne söyleseler küçük kız yaparmış yapacağını, hızlı da kaçarmış ayrıca. Tüm mahalle koştuğunda peşinden, olup olacağı, kız çocuğunun Ksantos’un en yüksek ağacının tepesinden aşağıdakilere atmasıymış palamutları. O ağacın tepesine bir tek o küçük kız çıkabiliyormuş zaten. Ailesi bir gün bir gece boyunca çok ama çok kızmışlar onun bu yaramazlıklarına. Küçük kız çok üzülmüş. Ksantos’dan ayrılmaya karar vermiş; mademki onu sevmiyorlar, sürekli azarlıyorlar, o da başka yere gidermiş! Yanına biraz yiyecek almış, bir de kedisini. Ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın, kedisi onu asla yalnız bırakmazmış, asla önüne de çıkmazmış; bir kez önüne geçmiş, o da bir uçurumun kenarına geldiğini fark etmediğinde, tam düşecekken atılmış da ayağına, zor kurtulmuş uçuruma yuvarlanmaktan. Oysa kedisi tembel mi tembel, miyavlamaktan bile acizmiş. Kediciğinin en büyük eğlencesi güneşte sırtüstü yatmak, küçük kızın bacaklarına sürtünmek, onun minicik elinin okşayışlarını hissetmek, mart ayında damlarda dolaşmakmış. Küçük kız içinse kedicik kendi gölgesi gibiymiş, her baktığında gülümsediği. Tam çıkacakken Ksantos’dan, birden hüzünlenmiş kız çocuğu, kentin çıkışındaki bir mezara yaslanmış. Son bir kez bakmak istemiş geride bıraktıklarına. İşte ne olduysa o an olmuş. Ev biçimindeki mezarın taştan çatısı kayarak açılmış; merakla bakmış çocuk mezarın içine, çok şaşırmış. Çünkü mezarın içinden bir merdiven iniyormuş. Hemen girmiş mezara kedisiyle birlikte, merdivenlerden inmeye başlamışlar. Merdiven bittiğinde bir odayla karşılaşmışlar. Odada yataklar, yiyecekler ve su testisi varmış. Çocuk ve kedisi orada kalıp yaşamaya başlamışlar. Odadan çıkan bir tüneli izleyerek başka mezar evlerini de bulmuşlar. Küçük kız toprağın üstünde nasıl geziyorsa, altında da öyle gezmeye başlamış. Tüneller, mezar evleri o kadar ilginç eşyalarla döşeliymiş ki, bir de her bir mezar evin ayrı hikâyesi varmış, ev sahipleri hikâyelerini mezarların duvarlarına çizmişler. Duvar resimlerine hayranlıkla bakakalmış küçük kız. Kedisiyle birlikte toprağın altındaki mezar kentte her bir evi gezmiş de tek tek, zamanın nasıl geçtiğini anlamamış bile. Resimlerden birinde bir dal, dalda bir tomurcuktan çıkan birlerce -küçük kız sayıca çoksa böyle dermiş hep heyecanla,‘Birlerce, birlerce!’- yürek şeklinde yaprak, yaprağın üstünde iki ince yaprak daha ve o ince yaprakların arasında çiçek tomurcukları, bir burun, ardından gülen bir insan yüzü. En çok bu resmi sevmiş küçük kız.
Oysa toprağın üstü çok acılı, telaşlı imiş, tüm Ksan- toslular günlerdir her yerde küçük kızı arıyorlarmış yana yakıla. “Ah,” diyorlarmış “Onu bir sağ salim bulalım, yeter ki sağ olsun, Ksantos da ona feda olsun. Her gün onunla oynayacağız, her bir meyvenin tadına birlikte bakacağız, ne yaparsa yapsın ona kızmayacağız; ama yeter ki bizimle olsun yeniden. Onsuz Ksantos çok sessiz ve neşesiz,” diye diye, söylene söylene, kendilerine kıza kıza küçük kızı aramışlar günler, geceler boyunca. Küçük kız mezar kenti keşfettikten sonra almış kedisini kucağına, çıkmış mezar evden, keşfini anlatmak için heyecanla evine doğru koşmaya başlamış. O evine doğru koşarken onu görenler sevinç çığlıkları atmışlar. Tek söyledikleri “Yaşıyor, yaşıyor!” olmuş. Kavuşunca ailesine, anlamış o an onları ne kadar özlediğini, sıkı sıkı sarılmışlar birbirlerine, doya doya ağlamışlar sevinçten. Sonra küçük kız bir solukta anlatmış mezar kentin inanılmaz güzelliğini, duvar resimlerini anne babasına. Gün ağarırken hep birlikte mezar kentin olduğu yere gitmişler. Küçük kız yeraltındaki kenti gezdirmiş tüm Ksantoslulara. Kentin en yaşlı kadını gezerken mezar kenti, giriş kapısının üstündeki yazıya takılmış gözü “Mezarlarımız kurtuluşunuz olsun”. O an yaşlı kadın bir yaş daha almış ömründen de “Ninemin ninesinin ninesi anlatmış da nineme, ninem de anlatmıştı bana, demek masal olan gerçekmiş; biz masalın üstünde yaşamışız bilmeden,”diyerek kendi kendine söylenmiş. Bir yandan da merakla her şeyi görmeye çalışıyormuş. Ksantoslular içinde “Mezar Kentin” keşfine en fazla sevinenler küçük kız ile kedisi, bir de yaşlı kadınmış. Yaşlı kadın, “Ninem yeraltının da yerüstü kadar güzel olduğunu söylerdi, masal gerçekmiş, masal gerçekmiş,” diyerek gülüyormuş ki, o an gülüşü gülümseme olmuş da donmuş yüzünde; yaşlı kadın taştan oya gibi işlenmiş bir oturgaçın sağındaki ve solundaki yazıtları okumuş bir solukta; sağ gözünden yaşlar süzülmüş, acısının çığlıklarını bir tek kendisi duymuş. Ama koyuvermiş gözyaşlarını, acıdan ağlamak, acısını içine gömerek hâlâ yaşayabilmesini sağlıyormuş. Sağ taraftaki yazıtta şunlar yazılıymış:
“Evlerimizi mezar yaptık,
Mezarlarımızı ev
Yıkıldı evlerimiz
Yağmalandı mezarlarımız
Dağların doruğuna çıktık,
Toprağın altına girdik
Suların altında kaldık,
Gelip buldular bizi
Bozdular birliğimizi
Altüst ettiler bizi
Yakıp yıktılar
Yağmaladılar bizi
Biz ki analarımızın, kadınlarımızın
Ve ölülerimizin uğruna
Biz ki onurumuz ve özgürlüğümüz uğruna
Toplu ölümleri yeğleyen bu toprağın insanları
Bir ateş bıraktık
Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan...”
Sol taraftaki yazıtta ise şunlar yazılıymış:
“Ben ta uzaklardan geldim yardıma
Anaforlu Ksanthos’tan geldim, uzak Likya’dan
Sevgili karımı, yavrumu kodum orada,
Yoksulların göz dikeceği bir sürü mal mülk kodum.
Savaşa sürüyorum Likyalıları gene de,
Kendim de en öndeyim işte bak.
Önderiniz Sarpedon’dan Troya Prensi Hektor’a...”
Ksantoslular şaşkınmışlar, gördüklerine hâlâ inanamıyorlarmış.
Yaşlı kadın o günden sonra küçük kızdan her sabah kendisini denize bakan yamaca götürmesini istemiş. Küçük kız severek kabul etmiş. Yol boyunca yaşlı kadın, ninesinin ona anlattığı masalları anlatıyormuş. Yamacın kenarına oturup gözlerini ufka diker, esen yeli, uçan kuşu, yaprakların sesini dinlermiş. Masallar gerçekse ninesinin ninesinin ninesinin ninesi zamanında tüm Ksantosu yakan, tüm Ksantosluları ölüme sürükleyen denizden gelen istilacılar da gerçektir o zaman diyerek, sabahtan akşama denizi gözlermiş. İçinden de “Sizler çalışın, gezin eğlenin, oynayın, benim hâlâ görevim var, yerine getirmem gereken,” der, gözünü denizden, ufuk çizgisinden hiç ayırmazmış. Yaşlı kadın, sabahlardan bir sabah serçe kuşunun kanadında ufuktaki gemileri görmüş, yine de sormuş küçük kıza,“Anlat bana denizde gördüğünü.” Küçük kız,“Gemiler var ufukta incir çekirdeği kadar,” demiş. “Küçük kız da gördüyse” demiş yaşlı kadın,“Benim görmeyen gözlerimin gördüğünü, korktuğumdur başıma gelen, başımıza gelen.” Yaşlı kadın ve küçük kız yüzlerini dönüp Ksantos’a inmişler bir solukta, bir solukta anlatmışlar gördüklerini tiyatroda toplanan Ksantoslulara. Herkes, “Kentimiz için savaşırız, gerekirse hepimiz ölürüz ama teslim olmayız, bizi canlı ele geçiremezler, esir alamazlar,” diyormuş. Yaşlı kadın yeniden söz istemiş, “ Ey Ksantoslular, bu dediğinizi dedemin dedesinin dedesinin dedesi yapmış. Ve tüm Ksantos halkı
Kendim de en öndeyim işte bak.
Önderiniz Sarpedon’dan Troya Prensi Hektor’a...”
Ksantoslular şaşkınmışlar, gördüklerine hâlâ inanamıyorlarmış.
Yaşlı kadın o günden sonra küçük kızdan her sabah kendisini denize bakan yamaca götürmesini istemiş. Küçük kız severek kabul etmiş. Yol boyunca yaşlı kadın, ninesinin ona anlattığı masalları anlatıyormuş. Yamacın kenarına oturup gözlerini ufka diker, esen yeli, uçan kuşu, yaprakların sesini dinlermiş. Masallar gerçekse ninesinin ninesinin ninesinin ninesi zamanında tüm Ksantosu yakan, tüm Ksantosluları ölüme sürükleyen denizden gelen istilacılar da gerçektir o zaman diyerek, sabahtan akşama denizi gözlermiş. İçinden de “Sizler çalışın, gezin eğlenin, oynayın, benim hâlâ görevim var, yerine getirmem gereken,” der, gözünü denizden, ufuk çizgisinden hiç ayırmazmış. Yaşlı kadın, sabahlardan bir sabah serçe kuşunun kanadında ufuktaki gemileri görmüş, yine de sormuş küçük kıza,“Anlat bana denizde gördüğünü.” Küçük kız,“Gemiler var ufukta incir çekirdeği kadar,” demiş. “Küçük kız da gördüyse” demiş yaşlı kadın,“Benim görmeyen gözlerimin gördüğünü, korktuğumdur başıma gelen, başımıza gelen.” Yaşlı kadın ve küçük kız yüzlerini dönüp Ksantos’a inmişler bir solukta, bir solukta anlatmışlar gördüklerini tiyatroda toplanan Ksantoslulara. Herkes, “Kentimiz için savaşırız, gerekirse hepimiz ölürüz ama teslim olmayız, bizi canlı ele geçiremezler, esir alamazlar,” diyormuş. Yaşlı kadın yeniden söz istemiş, “ Ey Ksantoslular, bu dediğinizi dedemin dedesinin dedesinin dedesi yapmış. Ve tüm Ksantos halkı
yok olmuş. Şu an var olan bizler, o kuşatmada, Ksantos’un dışında başka yerlerde oldukları için sağ kalan sekiz ailenin çocuklarıyız. Bu güzel kentimizde yok olmak için değil var olmak için çaba göstermeliyiz.” Hepsi, “Ne yapacağız o zaman, teslim mi olacağız, her şeyimizi almalarına göz mü yumacağız, bize kötü davranmalarına izin mi vereceğiz?” demişler. Yaşlı kadın, “Mutlaka başka bir yol vardırşu an aklımıza gelmeyen,” diye yanıtlamış onları. Küçük kız durmadan yaşlı kadının eteğini çekiştirip duruyormuş. Yaşlı kadın küçük kıza doğru eğilince küçük kız hemen fısıldamış aklındakileri,“Nasıl düşünemedik!..” demiş yaşlı kadın önce. Mezar kentin girişindeki yazıyı hatırlamış: “MEZARLARIMIZ KURTULUŞUNUZ OLSUN”. Sonra Ksantoslulara yeraltında küçük kızın keşfettiği mezar kentte saklanabileceklerini söylemiş istilacılar gidene kadar. Böylece börtü böcek, kedi köpek, koyun kuzu, at eşek, çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek tüm Ksantoslular erzaklarını, sularını yanlarına alarak mezar kente yerleşmişler. Merdi- ven kapılarını da kapatmışlar sıkıca. Toprağın üstünde ise denizden kenti ele geçirmeye gelenlerin şaşkınlığı varmış. Ksantos’u karış karış arayıp da hiçbir canlıya rastlamayınca ne yapacaklarını bilememişler. Topraklar ekiliymiş, kimi ocaklar hâlâ yanıyormuş, tencerelerde sıcak yemekler, testi- lerde su ve şarap varmış, tarlalar bahçeler yemyeşilmiş ama hiçbir canlı yokmuş hiçbir yerde. Korkmuşlar; demişler ki kendi kendilerine, Ksantos hortlakların, gulyabanilerin, cinlerin kentidir. Sihirlidir ya da zehirlidir diye ne tek bir lokma yemişler ne de tek bir yudum içmişler. Sadece korkmuşlar hortlakların, gulyabanilerin, cinlerin gazabına uğrarız diye. Bir an önce ayrılmaya karar vermişler Ksantos’tan, gemilerine binip geldikleri gibi gitmişler, bir an bile arkalarına bakmak akıllarına gelmemiş. Gözetleme mezar evinden görseler de gittiğini saldırganların, Ksantoslular birkaç gün daha kalmışlar mezar kentte; duvar resimlerinin hikâyelerini anlatarak güle oynaya vakit geçirmişler hep birlikte. Tekrar evlerine döndüklerinde şükran duygularını iletmişler küçük kıza ve yaşlı kadına, mezar kentteki atalarına. Ksantos hortlak kent olarak bilinmiş denizaşırı memleketlerde, istilacıların yüreklerine korku salmışlar.
Böylece güneşin, toprağın ve denizin en güzel birlikteliğinin yaşandığı Işık Ülkesi Likya’nın Ksantos kenti, bir kuşatmadan ilk kez yanmadan yıkılmadan, yok olmadan, hiçbir canından, cananından olmadan kurtulmuş. O gün bugündür Ksantoslular bu kurtuluş gününü her yıl mezar kenti kuran atalarının anısına “Şükran Günü” olarak şenliklerle, üç gün üç gece kutlar olmuşlar. Şenliklerle kutlanan o üç günün her bir gününde de gökten üç elma düşmüş; birisi bu güne masalı yazanınmış, diğeri küçük kızı asla terk etmeyen kedininmiş, sonuncusu da masalı okuyanın. Tam ısırırken elmayı, kelebek olur uçarmış elma kurdu ve fısıldarmış kulağına elmayı dişleyenin; fısıltıyı duyanın istedikleri hep olurmuş vazgeçmezse eğer.
Küçük kız elma ağacının tepesindeymiş zaten ve elmaların düşmesini beklemeye sabrı yokmuş, “Ben kendi elmamı kendim toplarım,” diyormuş hala; bahçe sahibi arkasından kovalarken onu.
Küçük kız elma ağacının tepesindeymiş zaten ve elmaların düşmesini beklemeye sabrı yokmuş, “Ben kendi elmamı kendim toplarım,” diyormuş hala; bahçe sahibi arkasından kovalarken onu.
Yorumlar
Yorum Gönder